Müzikte yaratımın sınırlarının yeniden keşfedilmeye başlandığı 19. yüzyıl, sanatçılara bu sınırları aşmak için gereken zemini sağlamış ve yaklaşmakta olan çağın benzersiz olacağını haber vermiştir. Öyle ki, bu dönemde ve özellikle yüzyılın ikinci yarısında yaratılan yapıtlarda bambaşka bir müzik anlayışı, son derece geniş bir felsefî boyut ve duygu dünyası ile karşılaşırız. Avrupa'nın doğasının, farklı uluslarının ve edebiyatının inceliklerini bu dönemin müziğinde daha yakından tanımak, yüzyılın sosyal ve siyasal yapısına dair çok önemli ipuçlarını yakalamak, bu dönem bestecilerinin yapıtlarını mercek altına almamız ile mümkündür. Edebiyatın tüm inceliklerinin müziğe taşınması ve operada ifadeciliğin, gerçek ile birleşerek yaşamı sahneye taşıması yine bu dönemde zirveye ulaşmıştır. Onlarcası içinden adlarını burada sayabileceğimiz yalnızca birkaç tanesi olan besteciler, Brahms, Bruckner, Sibelius, Grieg, Smetana, Verdi, Elgar ve Çaykovski, her biri birbirinden farklı an
Kaz Ana, İngiliz kökenli olduğu tahmin edilen hayal ürünü bir masal anlatıcısı. 16. yüzyıldan beri adından söz edilen bu efsanevi karakter yüzyıllar boyu çocukların hayallerini süslüyor, onun ağzından onlarca masal anlatılıyor. Fransa'da Charles Perrault'nun kitaplarında, İngiltere'de, Danimarka'da, hatta tüm dünyada tanınan bu masalcının müziğe ve bale sahnesine yansıması nasıl oldu? Maurice Ravel (1875-1937) , Ma Mere l’Oye (Kaz Ana) başlıklı yapıtını 1908 yılında çocuklara hitaben ve 4 el piyano için yazmıştı. Bestecinin bu yapıtı seslendirmesi için düşündüğü piyanistler ise dostu Cyprian Godebski'nin çocukları Mimie ve Jean idi. 1908-1910 yılları arasında yazılmış olan yapıt, 20 Nisan 1910 tarihinde Paris'te yine 10 yaşın altındaki iki müzisyen olan Jean Leleu ve Genevieve Durony tarafından ilk kez seslendirilmişti. Kaz Ana'nın bu ilk seslendirilişinin seyirciler tarafından beğenilmesinin ardından Ravel'in yapıtlarının nota basımcısı olan Dur
Dvořák’ın 1893 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde, New York’taki Ulusal Konservatuar’da yöneticilik yaptığı dönemde yazdığı 9. Senfoni'si onun en bilinen yapıtlarından biridir. Besteci, çok farklı yaşam stillerinin keşfettiği yeni kıta Kuzey Amerika ile Avrupa arasındaki dostluğu temsil etmesi amacı ile yazdığı bu senfoni sayesinde, kendi uluslararası ününü de kalıcı olarak pekiştirmiştir. Antonín Dvořák ve ailesinin New York'taki evlerinin önünde çekilmiş bir fotoğrafı (Kaynak: www.dvoraknyc.org) 1892 yılının 27 Eylül'ünde eşi ve çocuklarıyla birlikte Hoboken, New Jersey'e varan Dvořák, dinleyicileriyle ilk kez Carnegie Hall'da yapılan Colombian Te Deum adlı yapıtının dünya prömiyerinde buluşmuştur. New York'taki National Conservatory of Music of America (Amerika Ulusal Konservatuvarı)'nın yöneticiliği teklifini kabul etmiş olan besteci, yukarıdaki fotoğrafta önünde bulunduğu Doğu 17. Cadde'deki 327 numaralı apartmanda bir daireye yerleşir.
Yorumlar
Yorum Gönder